Ulucanlar’da Yitip Giden Hayaller
Bu yazımda; Ankara’da bulunduğum bir sırada, eşim ve büyük oğlum ile birlikte, ceza evinden müzeye dönüştürülen Ankara Ulucanlar ceza evini ziyarete gittik. geçirdiğim bir güne sığdırabildiğim izlenimlerimi yazmak istiyorum.
Sanki içerdeki bir tutukluyu ziyarete gidiyormuşuz gibi heyecanlıydım. Benimle birlikte olanların da aynı heyecanı taşıdıkları yüzlerinden okunuyordu. Aracımızı uygun yere park ettikten sonra nizamiye kapısına doğru yürüdük. kapıda bizi özel güvenlik karşıladı ve içeriye girebileceğimiz giriş kapısına yönlendirdi. Dar bir kapıdan küçücük bir odaya girdik. Üstümüz arandı. Kimliklerimizi aldılar. Ziyaret için gerekli giriş biletlerini aldık. Turnikelerden geçip ön bahçeye girdik. Duvarlara asılan ok işaretleri gezeceğimiz güzergaha yönlendiriyordu bizi. Hemen karşımıza ilk çıkan idari bölüme girdik. Merdivenlerden yukarı çıktık çok kasvetli bir havası vardı.
Merdivenlerden aşağı inip karşımıza çıkan küçük bir kapıdan tek kişilik hücrelerin olduğu karanlık bir koridora girdik. Elimizdeki cep telefonlarının fenerlerinden yararlanarak ilerlemeye çalışıyorduk. Üç boyutlu olarak hazırlanan bu hücreler çok ürkütücüydü. Fonda megafona verilen bir ses ortamın sessizliğini bozdu. O ses gardiyanın yaptığı işkenceye isyan eden bir mahkumun sesini canlandırıyordu. Sesin geldiği hücrenin kapısını açtığımızda ayaklarından zincire vurulmuş bir mahkumun maketi ve elinde copuyla ona doğru hamle yapan bir gardiyanın maketiydi. İçimiz ürperdi. Bir an düşündüm. Biz gezmek için ziyaretçi olarak bulunduğumuz bu ortamın gerçek yaşandığı ortamı hayal bile etmek istenmeyecek kadar iç burkucuydu. Başka bir hücrede yatağının üstüne oturmuş tespih çeken bir maket. Başka bir hücrede yerde farelerin dolaştığı ve çıplak ayaklarla ayakta duran bir mahkumun maketi. Gözlerimiz biraz daha karanlığa alışmıştı. Etraftaki kör karanlık dağılmıştı. Ama yine de çok karanlıktı. Arka taraftaki çıkış kapısından arka avluya çıktık. Beş altı metre yüksek duvarlarla çevrili bir spor avlusu. Toplasanız yirmi otuz metrekare bir yer. Gezmeye devam ettik.
Şimdiki durağımız koğuş düzeninde birden fazla mahkumun kaldığı büyük odalara geldik. Bu koğuşların ön tarafında hemen girişte mahkumların yemek yapmak için kullandıkları mutfaklar ve mutfak eşyaları yerli yerinde sergilenmiş duruyordu.Banyo yapmak için kullanılan kaplar ve kazanlar, Tuvalet olarak kullandıkları bölümler hepsi hala kullanılıyormuş gibi bir izlenim bıraktı bende. Koğuşa girdik ve orada yatan bir döneme damgasını vuran mahkumların özel eşyaları, fotoğrafları ve yataklarının bulunduğu ranzalar. Merak edip isimlerle ilgilendik. Bülent Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, yaşı küçük olduğu için idam cezasına çarptırıldığı için yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren, Daha bir çok edebiyatçı siyasetçi ve öğrenci liderlerinin isimlerini okuduk. Başka bir bölümde bu mahkumlara ait özel eşyaları sergilenmiş.
Mesela Bülent Ecevit’in Şaryo marka daktilosu, Yusuf Aslanın kazağı, Hüseyin İnan’ın idam sehpasına götürürken üzerinde bulunan iç fanilasını kesip çıkarmışlar. O ürkütücü anı gözlerinizin önüne getirin lütfen. Deniz Gezmiş’in süveteri, Muhsin Yazıcıoğlu’nun seccadesi, tespihi ve takkesi camlı cemakanlar içinde sergilenmişti. Ön kapıdan avluya çıktık. Artık çıkış kapısına çok yakındık. Olta atma meydanının duvarlarında orada yatan mahkumların fotoğrafları büyütülmüş ve cemakanlar içinde duvarlara asılmıştı. Esas içimizin burkulduğu tabloyla çıkış kapısına yürüdüğümüzde karşılaştık.
Avluya kurulup gençlerin birer birer asılarak infaz edildiği dar ağacını bir kenarda kuytu bir köşede camlı cemakan içine hapsetmişler. O nasıl bir duygu patlamasıydı yaşadığım anlatamam. Ağlasam mı? Gülsem mi? bilemedim. Önce dar ağacını yapan akla mı şaşayım? yoksa sonra o ağacı hapsedenin aklına mı sevineyim birlemedim. Nice genç fidanımıza kıydık. Nice hayalleri söndürdük. Bir değirmen misalı bir kuşağımızı yok ettik. Ne uğruna? Bunu bilen de yok.
Çıkış kapısından çıktık aracımıza doğru yürürken kendimi yorgun hissediyordum. Benden bir önceki kuşağın yaşadıklarını gözlerimin önüne getirdim ve çok hayıflandım.
-Keşke bunlar yaşanmamış olsaydı. Ülkemin güzel insanları bu acıları hak edecek ne yaptı ki? dedim.
Bu sorunun cevabı birilerinde var olabilir. Ama bende yok.
Yine de o dar ağacını o halde görmek beni sevindirdi. Bir daha böyle acıları yaşamamak dileği ile.
Ali AKDOĞAN